Zafer ERBASLAR
Epiktetos'un kandili
Şehir surlarının kuzeybatıya bakan en uç noktasına kadar yürüdü. Düşünceli olduğu her halinden belliydi. Ah diyordu içinden ah Paris, ne vardı duygularının esiri olacak. Evet Helen çok güzel bir kadın. Bununla birlikte evli ve üstelik Sparta Kralı Menelaos’un karısı. Bu inatçı, kavgacı, yaşlı keçi uzlaşması imkânsız bir adam. Yalnız o olsa neyse şimdi tüm Yunan Krallarını toplayıp bu sahillere akın edecekler. Arkasından ilerleyen danışmanı, sanki aklından geçenleri okuyormuş gibi, en çok bir hafta içinde burada olurlar efendim dedi. Çok şükür ki sizin gibi bir liderimiz var. Hayır dedi Hektor danışmanına, kişiler gelip geçer asıl olan sistem ve onun sahip olduğu yeteneklerdir. Bu şimdiye kadar yaşadığımız savaşlardan çok daha büyük ve uzun bir savaş olacak ve kim bilir ben dâhil yiğit askerlerimiz, kahraman komutanlarımız ölecek. Truva’yı bu büyük düşmandan asıl koruyacak şey yaşadığımız coğrafyada eşi benzeri olmayan üzerinde durduğumuz surlarıdır ve elbette bu surları var eden toprağa hükmetme bilgimiz. Bunu sakın unutma dedi.
Truva deyince aklımıza hep o savaş ve tahta at gelir. Hani onlarca yıl süren bir savaşın ve kuşatmanın ardından içine hain düşmanların doluşup Truvalıları kandırdığı, kaleyi içerden fet ettiği tahta at. Birde son çekilen filmden sonra kahraman Hektor. Halbuki ilk temelleri bundan 7 bin yıl önce atılmış bir şehir Truva. M.Ö. tamı tamına 4800 yıl evvel gerçek bir köy kurulmuş. Üstelik sakinleri tarımla uğraşıyor, balık tutup, incir ve istiridye yiyorlarmış. Güzel süslemeli keramik kaplar yapıyor ve bakırı biliyorlarmış. Aradan çok değil bin yıl civarı bir süre geçtikten sonra yeni insanlar gelmiş. Evcil hayvanları ve onların ürünlerini değerlendirme bilgileri ile katılmışlar Truva’ya. Kumtepe’deki yeri bırakıp körfeze doğu yönünde sarkan ve 30 mt yükseklikteki bir sırtın ucuna kurmuşlar şimdiki Truva’yı. O sıralarda Mısır’da piramitlerin yapılmasına daha 400 yıl varmış iyi mi. Aslına bakarsanız Truva Şehri MÖ 3. binyılın başlarında Temel Yetenek Keşfini yapmış. Nasıl mı? O çağda dünyanın bu bölgesinde benzeri olmayan durum söz konusuymuş. Şehrin etrafını önceleri kalınlığı 2,5 metre olan daha sonra 3 metreye çıkan surlarla çevirmişler. Tüm Tunç Çağı boyunca Truva surlarında görülen eğimli yapı daha o zamandan mevcutmuş. Eğimin mantığını ise aslında çok basitmiş. Yamaca kurulan tahkimat yükseldikçe içeriden gelen bir basınç ile surların devrilmesi çok kolay olacağından bu eğimli yapı kullanılmış. Bildiğiniz statik hesabı. Dedim ya Temel Yetenek Keşfi nedir biliyorlar mıydı bilinmez ama tamda onu yaptıkları bir gerçek. Keramik kaplardan gelen çamuru şekillendirme, pişirip güçlendirme mukavemet kazandırma yeteneğini farklı bir alana taşımışlar. Bunu da o kadar iyi yapmışlar ki o toprak tuğlalardan örülmüş duvarlar hala ayakta. Uzmanı olduğun bir alanda derinleş. Tali konuları başkalarına bırak. Böylece en iyi yaptığın konuda derinleşebilir, strateji geliştirebilir ve elbette herkesten farklı olabilirsin. Gelişimi ve değişimi yönetebilirsin. Bununla kalmayıp Temel Yetenek Gelişim Rotasını çizebilirsin. Çizebildiler mi derseniz eh bence çizdiler. 7 bin yıldır ayakta olan bir şehir. Devlet adamından tarihçisine, sanatçısından arkeoloğuna kadar tüm dünyaya ilham veren efsanesiyle belki de dünyanın gelişim rotasının çizilmesine büyük katkı sağladılar.
Truva’dan 650 bilemedin 700km uzakta ve yaklaşık 5700 yıl sonra Anadolu bozkırının ortasında bir yerlerde gecenin karanlığında yalnız bir adam kararlı adımlarla ilerliyordu. Onlarca yıldır çalışma hayatının içinde yer almış, kimi zaman yorulmuş kimi zaman ilk günkü heyecan ve şevk içinde mesaiye başlamıştı bununla birlikte bugün tüm bunlardan uzak sığınağı olan bağ evine doğru yürüyordu. Kafasının içinde yüzler hatta binlerce soru dönüp duruyor, onca yılın bilgisi, becerisi, tecrübesine rağmen hiç birine cevap bulamıyordu.
Yolun hemen kenarından akan dere gibi düşünceler beyninden akıyordu. İçinde ki ses sürekli bir şeyler anlatıyordu. Hayatının bu son ve belki de en verimli olacağına inandığı döneminde bir kenara atılmıştı. Bu gerçeği bir türlü kabullenemiyordu. Neden böyle bir şeyi ona layık görmüşlerdi. Kendisine yapılan bu muameleyi kabullenemiyordu. Hep çok çalışmış, bilgisini, becerisini arttırmak için öğrenmeye açık olmuştu. Karar verirken çalışanlarını, amirlerini dinlemesini onların fikirlerine de saygı göstermesini bilmişti. Karşılığı bu olmamalıydı diye mırıldandı. Tüm bu duygu ve düşünceler içerisinde sığınağı olan bağ evine gelmişti. Hava iyiden iyiye karamış olduğundan el yordamıyla bağ evinin kapısını araladı, çok sevdiği Hiyerapolis harabelerinden aldığı en az bin yıllık bir kandili yaktı. Ona Epiktetos’un* kandili adını vermişti. Kandili eline alınca nedendir bilinmez bir an da bu ünlü filozofun hikâyesi aklına geldi. Epiktetos yaşamından bütün fazlalıkları arındırmıştı. Elinde, sadece köle olduğu dönemlerde sahibinin sırf keyif olsun diye kırdığı ve sakat kalan aksak bacağına destek olması için asası, su içmek için tası ve geceleri ruhunu aydınlatması aynı zamanda yalnızlığına derman olması için kandili ile dolaşıyordu. Bir gün eli ile de su içebileceğini düşündü ve tasını da ihtiyaç sahiplerine verdi. Sadece aksak ayağından dolayı asası ve yalnızlığını paylaştığı kandilinden vazgeçmedi. Bir adı bile olmayan bu filozof, ona kandilin titrek ışığının arasında ki gölgelerden sesleniyordu sanki.
“Bak evlat insanlar kendilerine ya çok pahalı, ya çok ucuz kıymet biçerler. Sen, sadece bir takdir hatası içindesin. Yaşamında daima, başarabileceğini değil, başarmak istediğini düşündün. Olabileceği değil, olmasını istediğini aradın. Onun için senin yenilgin, gerçeğin yenilişi demek değildir. Yenilen, yalnız senin ölçüsüzlüğün ve dalaletindir. Hâlbuki kaleleri bekleyen nöbetçiler, yanlarına gelen herkese parolayı sorarlar. Sen de hayal gücüne gelen şeylere parolayı sorsaydın, baskına uğramazdın. Senin hakkında yanlış bir karar aldıklarını mı düşünüyorsun? Fakat bu kararı alanların, buna mecbur olduklarını düşünmeye çalış. Ne kendini ne de başkasını itham etme. Bir iş bir inşa mı istiyorsun? Aslında içimizde yıkacak ve yeniden inşa edecek o kadar çok şey var ki. Senin huzursuzluğun, başkalarıyla değil, kendi kendinle bağdaşamadığın içindir. Senden alınan şeylere karşı, senden alınamayacak olanları koysana. Bu senin iradendir. İradenin özgürlüğüne Jüpiter bile müdahale edemez. İşte asıl özgürlük budur. Kendine dön evlat kendine inan. Sadece kendinde olanı ara.”**
Gecenin karanlığında titrek bir kandilin ışığında binlerce yıl öteden gelen bu söylem derinden etkiledi kandilin şimdi ki sahibini. Bacakları titredi, içi ürperdi. Oturma ihtiyacı hissetti. Fark etti ki kafasında uçuşan o yüzlerce, binlerce soru yok olmuştu. Dimağı billur bir pınar kadar berraktı. Senden alınabilecek olanları sahiplenme, makammış, unvanmış, rütbeymiş gerektiğinde elinin tersiyle it. Edinebildiğin kadar bilgi edin onu senden alamazlar. Değerlerine odaklan onlar sayesinde kazandığın gönülleri ne yapsalar yıkamazlar. Değerlerinde ve bilginde derinleş. Seni yüceltecek ve yükseltecek asıl güç budur. Üstelik bu güç sen istemedikçe elinden alınamaz. İçini titreten ayaza rağmen bir rahatlama hissetti tüm bedeninde. Bu kandil, bir adı bile olmayan zavallı dediğimiz Epiktetos’un kandili asırlardır insanlığı aydınlatmaya devam ediyor diye düşündü. Artık ne haksız bir şekilde kendisini görevden alanlara nede yıllardır ayağını kaydırmak için çalışanlara kızgın değildi. Kendinde olanı ve asla kimsenin alamayacağı yetkinliklerini keşfetmişti. Yeni ufuklar, yeni keşifler onu bekliyordu. Bu yolculukta artık kimseye tabi olmadan ve fakat tüm insanlıkla birlikte yol alacaktı.
Değerlerini bulduğunda onlara sahip çık çünkü tökezlediğinde asan onlar olacak. Ve kör karanlıklarda yolunu bu titrek ışıklı kandil değil bilim aydınlatacak dedi kendi kendine. Dolayısıyla bu kandilin artık yeni bir sahibe ihtiyacı var diye düşündü. Şöminede ki odunları tutuştururken kendi kendine mırıldandı, Epiktetos’un kandili insanlığı aydınlatmaya devam ediyor. Sağlıcakla kalın.
*Epiktetos Latince köle anlamına gelmektedir.
**Suyu Arayan Adam – Şevket Süreyya Aydemir, 1954